Sayfalar

4 Mart 2012 Pazar

Ey gönlümün istediği! Sur'a üfürür gibi seslen bana ki, yeniden hayat bulayım.

İskender Pala

15 Şubat 2012 Çarşamba

AŞK YETENEK İSTER-

Bende Mecnûn'dan füzûn âşıklık isti'dâdı var
Âşık-ı sâdık benim Mecnûn'un ancak adı var


Çoğumuz ezbere biliriz Fuzûli'nin o ünlü beytini, ve ünlü olmayı hak edecek kadar da güzeldir:



Bende Mecnûn'dan füzûn âşıklık isti'dâdı var

Âşık-ı sâdık benim Mecnûn'un ancak adı var



Edebiyatta bu tür beyitler için "berceste (zeka sıçraması ile söylenebilen seçkin, latif, ince anlamlı, kolayca hatıra gelen, velhasıl yapı ve anlam bakımından ustaca söylenmiş beyit)" denir. Ancak bu beytin berceste olmaktan öte bir de sehl–i mümtenî özelliği vardır. Yani ki söylemesi kolaymış gibi görünür de söylemeye kalkınca bir türlü iki dize bir araya getirilemez. Sehl–i mümteni söylemek, ancak duymak, hissetmek, yaşamak, belki yüreğini kanatmakla mümkündür. Şair kendisini lirizmin o kadar derinlerinde hisseder ki, söylediği şiirden öte bir ulvî ilham olup çıkar karşımıza.



Yukarıdaki beyitte şair, yalın bir anlatım ile "Bende Mecnun'dan daha fazla âşıklık yeteneği var. Gerçek âşık benim; Mecnun'un ise adı çıkmış!" demektedir. Ancak bu anlam için seçtiği kelimelere bakıldığında şairin, derinlikli bir âşık, lirizmin sınırlarını zorlayan bir düşünce adamı olduğu görülür.



T.S.Eliot "Mânâsı anlaşılabilen şiir, gerçek şiir değildir!" der. Bu kural en çok Divan şiiri için geçerlidir. Çünkü bir Divan şairi, asla görünen anlam ile yetinmez. O, kelimelerine, çıplak anlamlarının ötesinde mesajlar yüklemeyi sever.



Yukarıdaki beyte bakan pek çok okuyucu bilmediği tek kelimenin "füzûn (artık, fazla, ziyade)" olduğunu düşünür. Diğer kelimelerin anlamlarını bildiği için de beyti, "Mecnun'dan daha beter bir âşık"ın feryadı olarak algılar. Oysa şiirin asıl zenginliği, okuyucunun bildiğini düşündüğü kelimelerin semantik açılımlarında gizlidir. Çünkü şair bu kelimeleri özellikle seçmiş, bilerek vezne bağlamıştır. Söz gelimi ilk dizedeki "istidâd" kelimesi belli bir amaç kastedildiği için oradadır. "İstidâd", ilk bakışta herkesin zannettiği gibi kuru kuruya "yetenek" değil, "insanın doğuştan getirdiği kabiliyet, bir şeyi kavrama ve kazanma yeteneği"dir. Bu durumda şairin sözünü ettiği aşk, tıpkı şairlik, müzisyenlik, aktristlik gibi fıtrî bir yetenek meselesi olup herkeste bulunmayabilir. Yani herkes âşık olduğunu sanabilir, ama yaratılışında aşk yeteneği olanların aşkı daha başka olacaktır. Tıpkı herkesin şiir yazması; ama gerçek şair olamaması gibi. O halde şairin söylediği âşıklık istidâdı bir "Allah vergisi"dir ve Mecnun'dan daha ziyade âşıklık iddiası ıspata bağlıdır. Bugünün ikinci ve üçüncü dünya ülkelerinde nice insanlar kendilerindeki istidâdı keşfedemeden ömürlerini tüketirler. Hiçbir enstrümanla karşılaşmayan sayısız müzisyen, hiç spor kompleksine yolu uğramayan yığınla sporcu, hiç tuval karşısına geçmeyen nice ressam, maalesef içlerindeki istidâdı bilmeden yaşarlar ve ölürler. Oysa Fuzulî kendi yaratılışının farkında... Yoksa sevgilisine hitaben Mecnun'dan daha fazla bir âşıklık yeteneğine sahip olduğunu açıkça haykırmazdı. Bu haykırışta bir meydan okuma da gizlidir üstelik: "Ey sevgili istersen beni dene?!. Mecnun'un Leyla için yaptığı fedakârlıkların ötesinde senin için fedakârlığa hazırım!.."



Beytin ikinci dizesinde "sâdık" kelimesi "âşık"ın sıfatı olarak kullanılmıştır. Sadık kelimesinin iki anlamı vardır: 1. Gerçek, doğru, sahih; 2. Sadakatlı, vefalı, bağlılığı içten olan. Birinci anlama göre şair şu dünyada "âşık" diye anılmaya ancak kendisinin layık bulunduğunu, Mecnun'un ise adı çıkmış bir zavallı konumunda olduğunu söylüyor ki böylece Mecnun'u "yalandan âşık, yalancı âşık" konumuna düşürebilsin. Tıpkı subh–ı sâdık (gerçek sabah aydınlığı) ve subh–ı kâzip (geçici, yalancı aydınlık) gibi. Üstelik dizenin devamında da "Mecnun'un ancak adı var" diyerek onun bir addan ibaret olduğunu, bir masal kahramanı mesabesinde bulunduğunu, yaşayıp yaşamadığı konusunda şüpheye bile düştüğünü, ezcümle Mecnun'un, "adı var kendi yok" bir isimden ibaret kaldığını, böylelikle de kendisinin ete kemiğe bürünmüş hâliyle "gerçek"liğini anlatıyor. Ve bir şeyi daha söylüyor; "Mecnun, tıpkı Ferhat gibi, Kerem gibi evvelce yaşamış ve adı kalmış bir âşık, şimdi ise âşıklık kurumunu ben temsil ediyorum, bu çağda aşk nöbetini ben tutuyorum, gerçekten var olan, doğru olan, hakikatli olan âşık (âşık–ı sâdık) benim."



Sadık kelimesinin ikinci anlamına (sadakatlı, vefalı, bağlılığı içten olan) göre de şair sevgilinin kapısını sadakatla beklediğini, eşiğinde kul köle olduğunu, böylece vefasını gösterdiğini dile getiriyor. Bu ifadenin mefhûm–ı muhalifinden, Mecnun'un böyle davranmadığı, alıp başını çöllere giderek sevgiliye sadakatsızlık ettiği anlaşılır. Çünkü sevgiliye sadakatın özü ve özeti, aşkını sır gibi saklamak, iyilik gördüğünde de, kötülük gördüğünde de bu tavrı değiştirmemektir. Fuzulî kendisinin böyle bir sadakat içinde bulunduğunu, kimsecikleri dert ortağı edinmeden sevgilinin aşkını içinde taşıdığını; öte yandan Mecnun'un, çöllere gidip kuşlara, kurtlara, ceylanlara sırrını açarak aşkını dillere destan ettiğini, böylece sadakatlı âşık (âşık–ı sâdık) olamadığını söylemektedir.



Elhak, şair her iki anlama göre de Mecnun'dan üstün bir âşık olduğunu ıspat etmiş durumda.





İmdi, eğer bu beyti, kendi kelime bilgimize güvenip ilk bakışta göze çarpan çıplak anlamıyla okuyup bıraksaydık şairin bu zengin hayallerini ve derinlikli düşüncesini yakalayamayabilirdik. Zannımca bu da şaire haksızlık olurdu. Eliot haklı galiba! "Mânâsı anlaşılabilen şiir, gerçek şiir değildir!



İskender Pala- Kitab-ı Aşk



.